Büyük Semavi dinler, inançlarının temelini Ortaçağ’da kan ve savaşa dayandırdığında; biri batıda diğeri doğuda olmak üzere iki farklı akım kendilerine yakıştırılan zındıklık sıfatıyla ve ayrıca yaygın bir inanan kitlesiyle, savaşların dehşethengiz sonuçlarından farklı dinsel yorumlarla sıyrılmaktaydı.
M. Eliade Din Tarihi çevrelerince de onay bulmuş büyük yapıtında Ortaçağ’ın bu mezheplerine özellikle Bogomilciler’e ayırdığı bölüme şöyle bir giriş yapmayı uygun bulmuştu.”Bizans’da Düalist Zındıklık: Bogomiller.”Eliade’nin böylesine bir düalistik yaklaşımı kabul etmesinin nedeni tarihsel kaynaklara yaptığı başvurudan kaynaklanmaktadır. Bu kaynaklar, Bizans’ın dinsel gözlemcileriydi ve X. Yüzyılda onlar bu akımın yaptığı atılımı fark etmişlerdi
X. yüzyılın ikinci yarısında eski adı Philadelphia olan Alaşehir’den, ya da Filibe’den çıkan Toeophil adlı bir rahip yeni bir heterodoks öğreti yaymaya başlamıştı. Tanrı sever demek olan adını bilinmeyen bir şekilde aynı anlama gelen slavcayla Bogomil olarak kullanmaya başladı ya da bu süreç tersine gelişti. Hangisi olursa olsun Bogomil’in adı Bulgaristan’da oldukça önemli bir fırtına kopmasına neden oldu. Daha yeni kurulmuş olan Bulgar Kilisesinde Evangelist yönde bir reforma gidilmesini isteyen bir milliyetçi hareket ortaya çıkmıştı ve bu hareket Bogomil’in öğretisini öneriyordu. Bogomil’in öğretisinde görünen evren, dünya ve yaratıklar şeytanın yaratıklarıydılar. Gerçek Tanrıya ulaşabilmek için insanı maddeye yaklaştıran bütün edim ve eylemlerden olabildiğince uzaklaşılması gerekliydi. Bedene ilişkin bütün dinsel pratikler de böylece reddedilmekteydi. Vaftiz, et yemek, evlenmek, şarap içmek hep şeytana ilişkin olgulardı Kilisede kullanılmakta olan simgeler de boş şeyler ve şeytanın oyunlarıydı. Yapılması gereken tek şey tam mistik bir yaşamla dünyadan el etek çekmekti. Bu mezhepte de inananlar iki gruptular. Bunlardan biri belli bir inisyasyonla mezhebe katılan ve uzun aşamalarda dervişleşenler ki bunlara aydınlananlar ya da kurtulanlar deniyordu. Öbürü de mezhebe inanmış olan ama ezoterik yola henüz girmemiş olanlardır. Bu genel inanmışlar için de dünya malından uzak durmak, kardeşçe bir arada yaşamak ve mistik inanca olabildiğince yakınlaşmak gerekliydi. Mezhebe sadece inanmış olarak katılanlar için de daha basit inisyasyonlar gerekiyordu. XI. ve XII. yüzyıllarda Bogomilizm Balkanlarda ve Anadolu’da çok yandaş bulmuş ve yaygınlaşmıştı. Yaygınlaşmanın temel nedeninin mezhepte mal beraberliği kuralı oluşu ve belli bir ruhbanın olmayışı; kurtulmuş denilen önde gelenlerin de bütün dünya zevklerinden el çekmiş dervişler oluşu olduğu düşünülmektedir. Gerçekte bu özellik, buraya kadar anlatılan o dönem kardeşlik mezheplerinin hepsinin ortak özelliğiydi. Bogomiller ve buradan devam edecek olan Katharlar, Şeyh Bedrettin, Simavnavi Hareketi, İsmaililer hep aynı temel ilkeleri benimsemekteydiler Belli derecede kamu ortaklığı, zahiri olan yaygın inançların ötesinde Batıni olan anlamı kavramaya çalışma çabası, buna ulaşabilmek için güçlü bir kardeşlik birliği, ezoterik bilgi ve bu ezoterik bilgiye giden yolda inisyasyonla başlayan ve uzun süren aşamalı yükseliş temel biçimlenmeydi.
Bogomilizm, Bizans’ın içinde 1100 yılında büyük karışıklıklara yol açtı ve hareketin o sıradaki önderi Basil, kent ortasında yakılarak cezalandırıldı. İnancın bundan sonraki etkisi özellikle Bosna üzerinde oldu. XII. ve XV. yüzyıllar arasında bu hareket Bosna’nın ulusal kimliği haline geldi. Bulgaristan’da da Bogomilizim Türklerin gelişine kadar Bizans’a kafa tutan önemli bir grup olarak kaldı. Türklerin Balkanlara gelişiyle bu hareket mensupları oldukça özgür kalmış olmakla birlikte pek çoğu da Pomak ve Boşnak adlarıyla Müslümanlığı seçtiler. Ancak bu Müslümanlar günümüze kadar İslamiyet içinde daha özgün ve giderek aydınlanan bir grup oluşturmuşlardır. Bu Müslümanlaşmış Bosnalılar ve Bulgarların, yani Boşnak ve Pomakların arasında, İslamiyet’i bir Bogomilizm yolundan geçtikten sonra kabul eden diğer bölge halkları, Makedonlar, Arnavutlar ve benzeri gruplarda, daha sonraları Bektaşilik ve Sufi tarikatlar da çok güçlü bir potansiyel bulmuşlardır.
Doğuda ise yeşermiş olan dinsel akım İsmailiyedir:
İslam düşüncesi incelenirken İslam inançlarının ve felsefesinin hiç bir zaman tek ve üniforme bir sistem olmadığını, 1400 yıl içinde, özellikle de bu dönemin ilk yarısında çok büyük dalgalanmalara, çatlamalara, bölünmelere, birçok inanç ve mezhep savaşlarına da yol açmış olduğunu, bu süreç içinde Avrupa ya da Asyadakinden hiç de az ve önemsiz olmayan felsefi(sufi) akımlarının ortaya çıktığını, bu akımların sosyal gelişmelerin öncülü ve nedeni ya da sonucu olduğu hiç unutulmamalıdır. İşte bu 1400 yıllık tarihin en başlarında ortaya çıkmış olan ve onu bugüne kadar ikiye bölmüş olan temel fay hattı, Hz. Ali’nin hilafeti, Muaviye olayı ve Kerbela katliamıyla ortaya çıkmış olan Sunni - Şii ayrılığıdır. İmametin yalnızca Hz. Muhammed’in ailesinden olanlara hak olduğu iddiasından kaynaklanmış olan Şia bu bağlamda daha onun ölümüyle ortaya çıkmış ve ilk halife, ilk imam olarak Ali’nin adaylığını ileri sürmüştür. Söylencelere göre Salman el Farsi ve bir kaç kişi tarafından daha o anda ileri sürülmüş olan bu hak, Ebubekir’e biat ile haktan sapmanın başladığı inancını da birlikte getirmiş ve ayrılmanın başlangıcı olmuştur. Ancak Ali’nin birçok tartışma ve uyuşmazlıklarla süren gerçek hilafeti en fazla beş yıl sürmüş ve ondan sonra gerçekten Muhammed’in soyundan gelenlerce kurulan ilk Ali ailesi hükümdarlığı ancak 789 (Hicr 172) yılında I. İdris tarafından Fas’ta kurulabilmiştir. Hüseyin’in şehadetiyle “Hak için acı çeken ve şehit olan insan” kavramının ortaya çıkmış olması Gerçekten de Ali ve Muhammet soyundan gelen pekçok kişinin, tarih bakmından önemli bir rolleri olmadığı halde egemenlerce katledilmiş olmaları, bu “din için acı çekme” unsuru bugün de Şii, Alevi, Batıni inançlarınn en temel öğelerindendir ve en önemlisi “ilahi varlığın insan içinde tecellisi’ kavramını islamiyetin içine taşımış olmaktadır. Bu kavramın olabilirliği Muhammed ve Kuranca da yadsınmamış, Kur’anda İsa’dan “kalimat mim Allah” olarak sözedilmiş olması (Al-i İmran süresi, 38-50) Tanrısallığın bir insan vücudunda biçimlenebileceği inancını, göçüş ve dönüş, “Passion” ve “Epiphanie”, yani acı çekme ve tecelli etme kavramalarını, olabilen bütün etki ve kaynaklarıyla İslam’ın içine taşımış olmaktadır. Bu yolla birden Pythagoras’tan, hatta daha eskilerden bu yana daha doğudan Brahma ve Buda inançlarından beriye gelebilecek olan bütün etkiler ve düşünceler ortaya çıkmaktadır. Bu inançların en görünür biçimi Mehdi düşüncesidir. Tıpkı Tanrının İsa suretinde yeryüzüne indiği inancı gibi, ama temelinde Tanrının bizzat kendisinin değil de tanrısal gücünün, bir tür Ruh-ül Kudüs’ün insan suretinde tecellisi sözkonusu olmaktadır. Bu daha değişik kaynaklardan gelen Vahdet-i vücut, yani bütün varlığın birliği kavramıyla da birleşince şöyle bir sıra doğmaktadır:
”Tanrı insanoğlunu kendi suretinde yaratmıştır; Zaman zaman kimi insanlarda bu tanrısal suret daha gerçek olarak tecelli eder: Ali bu insanlardan biridir; Ancak gerektiğinde bu tanrısal güç yeniden kimi insanlarda temerküz ve tecelli eder; Bu insanlar Mehdidir.”
Orta Asya ve Alevi inancında bu kavram daha da rasyonelleşmiş ve her varlıkta zaten tek bir bütün Tanrının özünün ve bir parçasının varolduğu, dolayısıyla bu bilinci taşıyan en yüksek kişinin de Ali yani Tanrının bir sureti olduğu, ayrıca her insanın yüzünde Ali’nin ve Tanrının, eğer kalp gözüyle bakılırsa, görülebileceği gibi çok yüksek bir kavram halini almıştır. Ancak Ortaçağ’da bu kavram henüz o denli zenginleşmiş bulunmuyor, Ali’nin ve Tanrısal özelliğin vücuttan vücuda geçerek her dönemde bir kişide tecelli ettiği, yani bir kişinin Mehdi olduğu inancı bulunuyordu.
Şia’nın anlayışlar bakımından birbirinden çok farklı olan üç kolu oluşmuştur. Bunlardan Zeydi denilenler Allahın, İmamın şahsında tecellisini yalnızca ilahi bir hidayetle sınırlarlar ve bir ilahi nurun sürekli olarak bir Ali oğluna akışını yadsırlar. Bunun tam karşıtı olan ve Gali ya da Gulat denilen kesim ise bu tecelliyi tam bir Hulül şeklinde alırlar. Bunlara göre İmamın kendi kişilik ve varlığı bu ruhun içeri girmesiyle tamamen ortadan kalkar ve kişi artık Ali’nin ve Allah’ın kendisi olur. Bunların en ucunda bulunan Dürzilerde, İmamın ölümü kendi seçimiyle ve bir vücuttan diğerine geçiş amacıyla olur. Bu iki uç arasında kalan ve İmami adını alan kesime göreyse imam bir insan olarak kalmakla birlikte ona kısmi bir hulülle kısmi bir ilahi nur geçmiş olur. İşte daha çok Gulat kesimine yakın olan İsmaili düşüncesinin temelinde yatan anafikir.
Ali soyundan gelen, 6. imam sayılan Cafer el Sadık’ın 765 yılındaki ölümüyle veraset kendiliğinden büyük oğlu İsmail’e geçmesi gerekirken halen bilinmeyen ve anlaşılamayan nedenlerle İmamlık hakkı ondan alınarak küçük kardeşi Musa’ya verildi. Bundan doğan çekişmelerle İsmaili yandaşları Ebul Hattab’ın çabalarıyla İsmail’in ve onun ölümünden sonra da oğlu Muhammed’in çevresinde bir hareket oluşturdular. Çok kısa bir zamanda, tam irdelenemeyen çevre koşularının ve toplumsal gereksinimlerin etkisiyle bu hareket çok disiplinli ve çok olgun bir örgüt halini aldı. Kolaylıkla Kuzey Afrika, Kuzey Irak, Güney İran ve Endülüs bölgelerine yayıldı. İki uçtaki yayılışın başarıları sonucunda 909 yılında mezhebin o güne kadar gizli kalan İmamı ortaya çıkarak kendisini Mehdi ilan etti. Bununla, kendisine Fatımi adı verilen bir ayrı devlet düzeni de oluştu. Bağdat’taki Halifeyi tanımayan bu inanç mensuplarının çok güçlenmesiyle Fatımi halifeliği giderek güçlendi ve 4. Fatımi halifesi devlet merkezini Kahire’ye taşıdı. İsmaililer Kahire’de el Ezher Medresesini kurdular. Burada İsmaili din adamları yetiştiriliyordu. Burada yetişen “Dai” ve “İmamlar”, mezhebi her tarafa yaydılar. Mezhep, uygulamalarında mal ve mülk ortaklığı önermekteydi. İsmaili düşünce sistemi ”Batıni tevil” yoluyla uyanlanmaktaydı. Yani kitabi düşünce yanında uyarlanmış düşünce de değer taşır ve birinin yetmediği yerde öbürü aynen geçerlidir. Halen zulüm ve cebr ile dolu olan yeryüzü, Mesih’in yolundan gitmekle adalet ve hukukla dolacaktır.
Çeşitli toplumsal hoşnutsuzlukların bir araya toplandığı bu inancın örgütü o çağda oldukça gizli olarak sürüp gitmiştir. Örgüt her biri öbürüne kapalı olan basamaklar şeklinde bir piramid sistemi geliştirmişti. Bunun en alt derecesini Müminler oluşturuyordu. Bu derecede temel öğretim söz konusuydu ve birkaç yıl bu derecede kalındıktan sonra eğer istenirse örgüt içinde görevler almak için başvurulabilirdi. Bu başvuru bir Mümin olarak sınandıktan sonra kabul edilirse Mükellef denilen ikinci dereceye geçiriliyordu. Mükelleflik aşamasında eğitim ve öğretim genişletiliyor, felsefe ve diğer inançlara ilişkin bilgiler veriliyordu. Mükellefler kendi aralarında en layık bulduklarını Marifet kapısı dedikleri üçüncü dereceye gönderirlerdi. Bu aşama mensuplarına Dai adı verilmekteydi. Dai’lik, mezhebin genişlemesin de en büyük rolü oynamış olan kesimdir. Olabilen her yöne yayılmış ve çok yoğun bir baskıya karşın başarıyla misyonerlik görevini sürdürmüşlerdir. Sözcük anlamıyla Dai çağıran demektir. Başarılı Dailer 4. dereceye alınarak büyük Dai ya da Baba olurlar. Dış dünyadaki aktivitelere göre değerlendirme burada sona erer ve 5. dereceden başlayarak iç dünyaya yöneliş başlardı. Bunun için bu dereceye Tarikat kapısı adı da verilmektedir. Bu aşamada artık ezoterik öğreti verilir ve kişinin bir Batıni yorumcu olabilmesi için gereken bütün bilgi ve beceriler sağlanırdı. Bu aşamada duruş ve eğitimin belirli bir sınırı yoktur. Olgunlaşma sonsuza kadar sürebilir, Ancak takdir edilirse Hüccet adı da verilen 6. dereceye yani Hakikat kapısına vardırdı. Burada bütün görece gerçeklerin anlamsızlık ve hiçliği artık anlaşılmış oluyordu. Çünkü bunun ötesinde bir derece daha vardı ve orada tek kişi, Şeyh-el Cebel bulunuyordu. Ona Belağ-ı Azam (Büyük Konuşan) ya da Namus-u Ekber gibi adlar da veriliyordu. İsmaili mezhebi ve Fatımi halifeliği İslam düşüncesine çok büyük katkılarda bulunmuştur. Unutulmamalıdır ki o sırada İslam dünyası Maveraünnehir’den İspanya’ya kadar uzanmaktaydı ye Romadan, Bizanstan artakalan muazzam bir insan hazinesinin de sahibi sayılırdı. Bölgede Avrupa düşüncelerinden Asya bölgelerinde kalmış orijinal Hristiyan düşüncelerine, Phythagoras, Plato ve Aristonun doğrudan tercümelerinden Yahudi ve Kabbala düşünürlerine kadar çağın bütün bilgileri dolaşmakta, sınırların hemen ötelerinde daha önce anlatılmış olan ve bölgelerinde zındık kabul edilen bütün düşünceler oluşup gelişmekteydi. Nasıl İslam tıbbı Musevi, Mecusi Maruni, Süryani, Zerdüşti bilgelerin çalışmalarıyla oluşmuşsa, nasıl o çağın medreseleri aynı bilgelerin katkıları ve çabalarıyla göğe ermişse, felsefe ve dinsel düşünce de aynı bilgelerin naklettiği. ve geliştirdiği düşünce ve görüşlerden etkilenecekti. Hiç beklenmedik bir hızla genişleyen İslam devleti, bir devlet kuruluşu olarak idare hukukundan; ticaret hukukuna, aile hukukundan devletler ve teşkilat hukukuna kadar bütün bir sistemi birden ve çok kısa zamanda oluşturmak zorundaydı.
Doğu devletlerinin hızlı gelişmenin getirebileceği sorunlarda, Batıda bulunmayan bir bilgelikleri vardır. Göçebe ve çoban bir halkın birden, birkaç yıl içinde tarihin en büyük imparatorluklarını kuruverdikleri ve böyle uçsuz bucaksız imparatorluklarda çok orijinal ve mükemmel yönetim ustalıkları sergiledikleri sık sık görülmüştür. Makedonya, İran, Moğol, Gök-Türk ve Hun, Selçuk ve Osmanlı İmparatorlukları hep bir insanın kısa ömrü içinde uçsuz bucaksız sınırlara ulaşmış ve hiç zorlanmadan karşılarına çıkan yepyeni idari ve hukuki sorunlara yepyeni çözümler getirebilmişlerdir. Belki de bu yüzden Doğuda, Avrupa’nın bin yıl boyunca sergilediği feodal dağınıklık hiç görülmemiştir. Aynı şekilde genç İslam devleti de olağanüstü kısa bir dönemde yepyeni sentezlere ulaşmış, ama bu arada karşılaşmış olduğu insanlık düşün mirasını da bütün sorun ve çatışmalarıyla almıştır. İşte İsmaili düşüncesi de böyle bir düşünceler sentezinin ürünüdür ve İslam düşününe son derece de değerli sentezler de armağan etmiştir. İsmaili mezhebi bu düşünce zenginliğine karşın ve belki tam da bu yüzden, Fatımi, devletinin ordu komutanlarının baş kaldırılarıyla sarsılmaya başladı. Giderek halifelik yerel bir Mısır hanedanı şeklinde geriledi. Ama tam bu sırada Kuzey Doğu taraflarında tam bir İsmaili gelişimi görülüyordu. Bu hareketin başında Hasan Sabbah adında biri bulunuyordu. Sabbah, İranlıydı ve Nişapurda Ömer Hayyam’ın yakın arkadaşıydı. Hilafetteki bir taht anlaşmazlığını bahane ederek Sabbah ve çevresindeki bir bölüm İsmaili ayaklandı. Kendilerine halifenin oğlu Nizar’ı dinsel lider seçtiler. Nizar ise Mısırda egemenliği ele geçiren kesim tarafından öldürüldü. Ama yayılan bir söylenceye göre onun torunu İran’a kaçırılmış ve Hasan Sabbah tarafından saklanmıştı. Böylece meşruiyet iddia eden bu kesim kendine Nizar-i adını taktı ve Fatımi-Ismaili inanç sisteminden ayrılmaya başladı. Nizariler, kendi inançlarına Dava-i Cedide (Yeni Dava) adını taktılar ve asıl İsmaili inanç sistemine de Dava-i Kadime (Eski Dava) dediler. İki yaklaşım arasında son derecede önemli kimi farklar bulunmaktadır. Bir kere bu yeni inanca göre Batıni öğeler, zahiri öğelerden üstün ve önceliklidir. Yani çıkarsanmış ve uyarlanmış olan düşünceler, kitabi, düzenli öğretiye göre üstünlük ve öncelik taşır. Batın da Mehdi ve imam tarafından saptanır. Ama çoğu zaman İsmaili imamı gizlidir, ortaya çıkmaz. Bir kere ilk 150 yıl boyunca İmam hiç ortaya çıkmamış, onun yüzünü gören, kimliğini bilen olmamıştır. Ve nitekim Hasan Sabbah tarafından meşru sayılan İmam, yani Nizarın torunu da saklıdır ve adını bilen bile yoktur. Görünen yalnızca 6. derece, yani Hücce sahipleridir. imam “Doğudaki Nur” dur ve ilahi iradedir. Nizarilerin getirdiği bir yenilikde inanç düşmanlarının katlinin vacip oluşudur. Bu öldürme işlemi 2. derece olan Mükelleflerin işidir ve bu mükellefler artık Fedai adını almıştır, Müminler için de Fedai olmak bir haktır. Yani isterlerse öldürme işini yüklenebilir. Bu görev Fedailer için ise zorunludur. İranın kuzey eyaletleri olan Deylem ve Azerbaycan eyaletleri uzunca bir süredir rafızi depoları haline gelmişti. Sabbah buralardan istediği kadar mümin ve fedai toplayabiliyordu. Sabbah bunlardan oluşturduğu bir kuvvetle 1090 yılında Azerbaycan yakınlarındaki Alamut kalesini ele geçirdi ve burayı bir karargah haline getirdi. Buradan Selçuk egemenliğine karşı bir terör hareketine girişildi. Selçuk ellerinde bulunan serpili yandaşlarının da yardımlarıyla İran, Irak, Suriye ve Anadolu’daki irili ufaklı birçok kale ve kenti İsmaililer ele geçirdiler. Alamuta yerleşmiş olan şeyh kendisine bağlı olan Dai, Fedai ve Müridlerle korkunç bir terör ve gerilla savaşını yönetiyordu. Bu terör iki yüz yıldan fazla sürdü. Bölgeye, Haçlılar da girmiş bulunuyordu. Selçuklar bir yandan Anadolu ve Suriye’den geçip giden Haçlılara, İznik’i ele geçirmiş olan kuvvetlere karşı savaşmaya çalışırken, kuvvetleri ve ikmal yolları arkadan İsmaililer tarafından da vurulmaktaydı. Ufak tefek İsmaili kaleleri alınabilse de saldırıların ardı arkası kesilmiyordu. Suriye Selçukluları da bir yandan Kudüs’ü kurtarmaya çalışırken biryandan da arkalarından saldıran İsınaililerle boğuşmak zorunda kalıyorlardı. Selahaddin-i Eyyübi’ye iki suikast girişimi oldu. El Ezherin ve daha ikincil İsmaili merkezlerinin ürettiği propagandaya karşı durabilmek için Bağdatta ve diğer büyük merkezlerde birçok medreseler açıldı ve Sünni öğretinin tutmasına çalışıldı. Bu arada 1250 yılında Mısır’da, Kölemen’lerin egemenliğiyle El Ezher’in bağımsız hareketi de engellenebildi. Fakat asıl temizlik Moğolların istilası, Hulagünün askeri hareketi ile olabildi. Bunun ardından bütün öbür merkezler ve topluluklar da birer birer imha edildi. İsmaililer bugün çok küçük azınlıklar halinde Suriye, İran bölgelerinde, daha özgün bir Fatimi kolu olarak Yemen’de ve oradan sıçramış bir kol olarak da Hindistan’da serpili bulunmaktadır. Bu mezhebin Fedailerinin önce esrarla, yani Haşişle sarhoş edilerek girecekleri cennet bahçelerine ilişkin hayaller gösterildikten sonra suikastlara gönderildiklerine ilişkin bir söylenti vardır. Gerçekte bu söylenti Aleviler hakkındaki Kızılbaş ya da Mum söndü söylentileri gibi masaldan ibarettir. İsmaililer bütün eylemlerine ilişkin çok ayrıntılı kayıtlar tuttukları halde böyle bir önemli hususu es geçmeleri olası değildir. Ayrıca esrar da böyle bir sarhoşluk yapmaz. Ama bu söylence yüzünden bu mezhep mensuplarına genel olarak Haşişin adı verilmiş ve bu sözcük giderek inancı uğruna kanlı cinayetler işleyebilen kişi anlamına gelmiştir. Bölgedeki Haçlılar da bu sözcüğü böylece almış ve kullanmışlardır. Sözcük böylece batı dillerine geçmiştir. Bu gün de bütün batı dillerinde “ASSASSİN”, cani ya da suikastçı anlamına kullanılan bir sözcük olmuştur. Yalnızca bu sözcüğün bu şekliyle batı dillerine yayılmış olması bile Haçlı istilaları sonucunda bölgeye yerleşmiş olan şövalye devletlerinin, çağın Ortadoğu inanç ve söylencelerinden ne kadar yoğun etkilenmiş olduklarını ve o kültürü batıya nasıl taşımış olduklarını çok güzel göstermektedir.
Çeşitli toplumsal hoşnutsuzlukların bir araya toplandığı bu inancın örgütü o çağda oldukça gizli olarak sürüp gitmiştir. Örgüt her biri öbürüne kapalı olan basamaklar şeklinde bir piramid sistemi geliştirmişti. Bunun en alt derecesini Müminler oluşturuyordu. Bu derecede temel öğretim söz konusuydu ve birkaç yıl bu derecede kalındıktan sonra eğer istenirse örgüt içinde görevler almak için başvurulabilirdi. Bu başvuru bir Mümin olarak sınandıktan sonra kabul edilirse Mükellef denilen ikinci dereceye geçiriliyordu. Mükelleflik aşamasında eğitim ve öğretim genişletiliyor, felsefe ve diğer inançlara ilişkin bilgiler veriliyordu. Mükellefler kendi aralarında en layık bulduklarını Marifet kapısı dedikleri üçüncü dereceye gönderirlerdi. Bu aşama mensuplarına Dai adı verilmekteydi. Dai’lik, mezhebin genişlemesin de en büyük rolü oynamış olan kesimdir. Olabilen her yöne yayılmış ve çok yoğun bir baskıya karşın başarıyla misyonerlik görevini sürdürmüşlerdir. Sözcük anlamıyla Dai çağıran demektir. Başarılı Dailer 4. dereceye alınarak büyük Dai ya da Baba olurlar. Dış dünyadaki aktivitelere göre değerlendirme burada sona erer ve 5. dereceden başlayarak iç dünyaya yöneliş başlardı. Bunun için bu dereceye Tarikat kapısı adı da verilmektedir. Bu aşamada artık ezoterik öğreti verilir ve kişinin bir Batıni yorumcu olabilmesi için gereken bütün bilgi ve beceriler sağlanırdı. Bu aşamada duruş ve eğitimin belirli bir sınırı yoktur. Olgunlaşma sonsuza kadar sürebilir, Ancak takdir edilirse Hüccet adı da verilen 6. dereceye yani Hakikat kapısına vardırdı. Burada bütün görece gerçeklerin anlamsızlık ve hiçliği artık anlaşılmış oluyordu. Çünkü bunun ötesinde bir derece daha vardı ve orada tek kişi, Şeyh-el Cebel bulunuyordu. Ona Belağ-ı Azam (Büyük Konuşan) ya da Namus-u Ekber gibi adlar da veriliyordu. İsmaili mezhebi ve Fatımi halifeliği İslam düşüncesine çok büyük katkılarda bulunmuştur. Unutulmamalıdır ki o sırada İslam dünyası Maveraünnehir’den İspanya’ya kadar uzanmaktaydı ye Romadan, Bizanstan artakalan muazzam bir insan hazinesinin de sahibi sayılırdı. Bölgede Avrupa düşüncelerinden Asya bölgelerinde kalmış orijinal Hristiyan düşüncelerine, Phythagoras, Plato ve Aristonun doğrudan tercümelerinden Yahudi ve Kabbala düşünürlerine kadar çağın bütün bilgileri dolaşmakta, sınırların hemen ötelerinde daha önce anlatılmış olan ve bölgelerinde zındık kabul edilen bütün düşünceler oluşup gelişmekteydi. Nasıl İslam tıbbı Musevi, Mecusi Maruni, Süryani, Zerdüşti bilgelerin çalışmalarıyla oluşmuşsa, nasıl o çağın medreseleri aynı bilgelerin katkıları ve çabalarıyla göğe ermişse, felsefe ve dinsel düşünce de aynı bilgelerin naklettiği. ve geliştirdiği düşünce ve görüşlerden etkilenecekti. Hiç beklenmedik bir hızla genişleyen İslam devleti, bir devlet kuruluşu olarak idare hukukundan; ticaret hukukuna, aile hukukundan devletler ve teşkilat hukukuna kadar bütün bir sistemi birden ve çok kısa zamanda oluşturmak zorundaydı.
Doğu devletlerinin hızlı gelişmenin getirebileceği sorunlarda, Batıda bulunmayan bir bilgelikleri vardır. Göçebe ve çoban bir halkın birden, birkaç yıl içinde tarihin en büyük imparatorluklarını kuruverdikleri ve böyle uçsuz bucaksız imparatorluklarda çok orijinal ve mükemmel yönetim ustalıkları sergiledikleri sık sık görülmüştür. Makedonya, İran, Moğol, Gök-Türk ve Hun, Selçuk ve Osmanlı İmparatorlukları hep bir insanın kısa ömrü içinde uçsuz bucaksız sınırlara ulaşmış ve hiç zorlanmadan karşılarına çıkan yepyeni idari ve hukuki sorunlara yepyeni çözümler getirebilmişlerdir. Belki de bu yüzden Doğuda, Avrupa’nın bin yıl boyunca sergilediği feodal dağınıklık hiç görülmemiştir. Aynı şekilde genç İslam devleti de olağanüstü kısa bir dönemde yepyeni sentezlere ulaşmış, ama bu arada karşılaşmış olduğu insanlık düşün mirasını da bütün sorun ve çatışmalarıyla almıştır. İşte İsmaili düşüncesi de böyle bir düşünceler sentezinin ürünüdür ve İslam düşününe son derece de değerli sentezler de armağan etmiştir. İsmaili mezhebi bu düşünce zenginliğine karşın ve belki tam da bu yüzden, Fatımi, devletinin ordu komutanlarının baş kaldırılarıyla sarsılmaya başladı. Giderek halifelik yerel bir Mısır hanedanı şeklinde geriledi. Ama tam bu sırada Kuzey Doğu taraflarında tam bir İsmaili gelişimi görülüyordu. Bu hareketin başında Hasan Sabbah adında biri bulunuyordu. Sabbah, İranlıydı ve Nişapurda Ömer Hayyam’ın yakın arkadaşıydı. Hilafetteki bir taht anlaşmazlığını bahane ederek Sabbah ve çevresindeki bir bölüm İsmaili ayaklandı. Kendilerine halifenin oğlu Nizar’ı dinsel lider seçtiler. Nizar ise Mısırda egemenliği ele geçiren kesim tarafından öldürüldü. Ama yayılan bir söylenceye göre onun torunu İran’a kaçırılmış ve Hasan Sabbah tarafından saklanmıştı. Böylece meşruiyet iddia eden bu kesim kendine Nizar-i adını taktı ve Fatımi-Ismaili inanç sisteminden ayrılmaya başladı. Nizariler, kendi inançlarına Dava-i Cedide (Yeni Dava) adını taktılar ve asıl İsmaili inanç sistemine de Dava-i Kadime (Eski Dava) dediler. İki yaklaşım arasında son derecede önemli kimi farklar bulunmaktadır. Bir kere bu yeni inanca göre Batıni öğeler, zahiri öğelerden üstün ve önceliklidir. Yani çıkarsanmış ve uyarlanmış olan düşünceler, kitabi, düzenli öğretiye göre üstünlük ve öncelik taşır. Batın da Mehdi ve imam tarafından saptanır. Ama çoğu zaman İsmaili imamı gizlidir, ortaya çıkmaz. Bir kere ilk 150 yıl boyunca İmam hiç ortaya çıkmamış, onun yüzünü gören, kimliğini bilen olmamıştır. Ve nitekim Hasan Sabbah tarafından meşru sayılan İmam, yani Nizarın torunu da saklıdır ve adını bilen bile yoktur. Görünen yalnızca 6. derece, yani Hücce sahipleridir. imam “Doğudaki Nur” dur ve ilahi iradedir. Nizarilerin getirdiği bir yenilikde inanç düşmanlarının katlinin vacip oluşudur. Bu öldürme işlemi 2. derece olan Mükelleflerin işidir ve bu mükellefler artık Fedai adını almıştır, Müminler için de Fedai olmak bir haktır. Yani isterlerse öldürme işini yüklenebilir. Bu görev Fedailer için ise zorunludur. İranın kuzey eyaletleri olan Deylem ve Azerbaycan eyaletleri uzunca bir süredir rafızi depoları haline gelmişti. Sabbah buralardan istediği kadar mümin ve fedai toplayabiliyordu. Sabbah bunlardan oluşturduğu bir kuvvetle 1090 yılında Azerbaycan yakınlarındaki Alamut kalesini ele geçirdi ve burayı bir karargah haline getirdi. Buradan Selçuk egemenliğine karşı bir terör hareketine girişildi. Selçuk ellerinde bulunan serpili yandaşlarının da yardımlarıyla İran, Irak, Suriye ve Anadolu’daki irili ufaklı birçok kale ve kenti İsmaililer ele geçirdiler. Alamuta yerleşmiş olan şeyh kendisine bağlı olan Dai, Fedai ve Müridlerle korkunç bir terör ve gerilla savaşını yönetiyordu. Bu terör iki yüz yıldan fazla sürdü. Bölgeye, Haçlılar da girmiş bulunuyordu. Selçuklar bir yandan Anadolu ve Suriye’den geçip giden Haçlılara, İznik’i ele geçirmiş olan kuvvetlere karşı savaşmaya çalışırken, kuvvetleri ve ikmal yolları arkadan İsmaililer tarafından da vurulmaktaydı. Ufak tefek İsmaili kaleleri alınabilse de saldırıların ardı arkası kesilmiyordu. Suriye Selçukluları da bir yandan Kudüs’ü kurtarmaya çalışırken biryandan da arkalarından saldıran İsınaililerle boğuşmak zorunda kalıyorlardı. Selahaddin-i Eyyübi’ye iki suikast girişimi oldu. El Ezherin ve daha ikincil İsmaili merkezlerinin ürettiği propagandaya karşı durabilmek için Bağdatta ve diğer büyük merkezlerde birçok medreseler açıldı ve Sünni öğretinin tutmasına çalışıldı. Bu arada 1250 yılında Mısır’da, Kölemen’lerin egemenliğiyle El Ezher’in bağımsız hareketi de engellenebildi. Fakat asıl temizlik Moğolların istilası, Hulagünün askeri hareketi ile olabildi. Bunun ardından bütün öbür merkezler ve topluluklar da birer birer imha edildi. İsmaililer bugün çok küçük azınlıklar halinde Suriye, İran bölgelerinde, daha özgün bir Fatimi kolu olarak Yemen’de ve oradan sıçramış bir kol olarak da Hindistan’da serpili bulunmaktadır. Bu mezhebin Fedailerinin önce esrarla, yani Haşişle sarhoş edilerek girecekleri cennet bahçelerine ilişkin hayaller gösterildikten sonra suikastlara gönderildiklerine ilişkin bir söylenti vardır. Gerçekte bu söylenti Aleviler hakkındaki Kızılbaş ya da Mum söndü söylentileri gibi masaldan ibarettir. İsmaililer bütün eylemlerine ilişkin çok ayrıntılı kayıtlar tuttukları halde böyle bir önemli hususu es geçmeleri olası değildir. Ayrıca esrar da böyle bir sarhoşluk yapmaz. Ama bu söylence yüzünden bu mezhep mensuplarına genel olarak Haşişin adı verilmiş ve bu sözcük giderek inancı uğruna kanlı cinayetler işleyebilen kişi anlamına gelmiştir. Bölgedeki Haçlılar da bu sözcüğü böylece almış ve kullanmışlardır. Sözcük böylece batı dillerine geçmiştir. Bu gün de bütün batı dillerinde “ASSASSİN”, cani ya da suikastçı anlamına kullanılan bir sözcük olmuştur. Yalnızca bu sözcüğün bu şekliyle batı dillerine yayılmış olması bile Haçlı istilaları sonucunda bölgeye yerleşmiş olan şövalye devletlerinin, çağın Ortadoğu inanç ve söylencelerinden ne kadar yoğun etkilenmiş olduklarını ve o kültürü batıya nasıl taşımış olduklarını çok güzel göstermektedir.